Mary Shelley - Frankenstein Kitap Analizi
- Selin Çelebi

- 10 Ara 2020
- 7 dakikada okunur
Korku edebiyatı 18. yüzyılın sonlarında özellikle Aydınlanma Çağı’nın rasyonalist görüşüne tepki olarak ortaya çıkıyor. Rasyonalizm bilgiye akıl yoluyla ulaşılabileceği, doğru bilginin ise deney ve gözlem yoluyla elde edilebileceğini savunuyor. Herşeyin akıl yoluyla inşasının mümkün olduğunun ileri sürüldüğü bir dönemden, hayal gücünü ve hayale dayalı doğaüstü olayların insanlar üzerinde daha çok tetiklendiği ve merak uyandırdığı bir döneme geçiliyor. Baskının dışa vurumu ortaya çıkıyor.
Gotik kelimesi etimolojik olarak Gotlara dair anlamına geliyor. Kelime anlamı daha sonra genişleyerek Vizigot istilası ve Roma’nın çöküşünden Rönesans’a kadar olan dönemi ifade etmek için kullanılıyor. David Punter ve Glennis Byron’un “The Gothic” isimli çalışmalarında gotik, moderne karşı eski moda; medeniye karşı barbar; zerafete karşı kaba; kosmopolitan kibar tabakaya karşı kadim; Avrupai ya da Fransızvari olana karşı daha çok İngiliz ya da taşralı; empoze edilmiş bir kültüre karşı yerli bir kültür demektir.
Gotik edebiyatının önemli bir ürünü olarak karşımıza Mary Shelley'nin Frankenstein romanı çıkıyor. Bu kitap aynı zamanda bilim-kurgu türündeki ilk roman olma özelliğini taşıyor. Yazar Mary Shelley Frankenstein’ı yazarken bir çok düşünceden ve de yakın çevresinden etkileniyor.

Yazarın annesi önemli bir kadın hakları savunucusu olan Mary Wollstonecraft. Ne yazık ki doğumdan kısa süre sonra hayatını kaybediyor. Babası ise ünlü politikacı ve düşünür William Godwin. Mary, babasının öğrencisi olan yazar Percy Bysshe Shelley ile tanışıyor. Birbirlerini seviyorlar ancak Percy evli bir adam olduğu ve de babasının öğrencisi olduğu için birlikteliklerini çevresi onaylamıyor. Birlikte İsviçreye kaçıyorlar. Daha sonra Percy’nin karısı ölüyor ve Mary ile Percy evlenip İtalya’ya yerleşiyorlar.
Mary'nin yazarlardan oluşan çevresi Lord Byron, John William Polidori gibi isimler ve eşi Percy ile birlikte toplanıp en iyi hayalet hikayesini kimin yazacağı üzerine kendi aralarında yarışıyorlar. Polidori’nin “The Vampyr” isimli öyküsü bu edebi atışmalar sonucu ortaya çıkıyor. Bu eser daha sonra Bram Stoker’a Drakula’yı yazması için ilham oluyor. Burada ek bir parantez açarak şu bilgileri aktarmakta da fayda var: Nisan 1815’de Endonezya’da Tamboro Yanardağı’nda patlama yaşanıyor. Atmosfere yayılan küller havayı olumsuz etkiliyor ve daha az güneş ışığı, sonu gelmez yağışlar ve boğucu bir hava, bütün Kuzey Amerika ve Avrupayı perişan ediyor. 1816 yılı 2020 yılını aratmayan facialarla geçip gidiyorken yaşananlara ithafen Lord Byron “Darkness” şiirini kaleme alıyor. Bu kasvetli ve kaotik atmosfer gotik öykücülüğü adına eşsiz bir ortam yaratmış oluyor.
Mary en iyi hayalet hikayesini kimin yazacağı üzerine girdikleri iddianın kazananı oluyor. Çünkü o gece, Frankenstein'ın ana fikrini ortaya çıkaran kabusu görüyor.
Kitabın 1831 önsözünde kabusu anlatarak, artan terör bilincinin nasıl parlak ve ilham verici bir yaratıcılığa dönüştürülebileceğine dair şaşırtıcı bir örnek verdi:
“Gözlerimi dehşet içinde açtım. Fikir aklımı başımdan öyle bir aldı ki içimden korkunun heyecanı geçti ve hayal gücümün korkunç imajını etraftaki gerçeklikle değiştirmek istedim. Hala görüyorum; oda, karanlık parke, ay ışığının içeri girdiği kapalı panjurlar ve cam gibi gölün ve beyaz yüksek Alplerin ötesinde olduğunu hissettim. Korkunç hayaletimden o kadar kolay kurtulamazdım; yine de beni rahatsız ediyordu. Başka bir şey düşünmeye çalışmalıyım. Hayalet hikayeme, yorucu şanssız hayalet hikayeme tekrar döndüm! O gece ben korkmuştum ve okuyucumu da korkutacak bir şeyler yapabilirdim”

Mary’ye ilham olan yalnızca bu kasvetli havalar olmuyor. O dönemlerde yani 18. yüzyılda ölüleri yeniden canlandırmak için ciddi girişimler yapılıyor. Luigi Galvani, kurbağanın bacaklarının bir elektrik kıvılcımı tarafından vurulduğunda sanki canlıymış gibi seğirdiğini görüyor. Galvani’nin yeğeni Giovanni Aldini ise bacaklarından asılan suçluları yeniden canlandırma girişiminde bulunuyor. 1803'te Aldini, karısını ve çocuğunu öldürmekten suçlu bulunan George Forster'ı canlandırmaya çalışıyor. Daha da ilginç olan şey ise seyircilerin, Forster’ın gözünün açıldığını, sağ elinin kaldırılıp sıkıldığını ve bacaklarının hareket ettiğini bildiriyorlar.
Mary ve Percy Shelley'nin trajik kişisel yaşamlarında, ölülerin başarıyla yeniden canlandırılabileceğine inandıklarına dair birçok kanıt bulunuyor. Örneğin, Percy Shelley, hasta olan çocukları William Shelley hakkında şöyle yazıyor: "Bir zamanlar, ölüm süreci gerçekten başladıktan sonra bir kez doktorun becerisiyle yeniden canlandırıldı ve o zamandan dört gün sonraya kadar yaşadı. Öyle görünüyor ki ölüm tersine çevrilebilir.”
Mary Shelley’nin Frankenstein’ı yayınlamasına kadar geçen yıllarda Kraliyet Cerrahlar Koleji’nde iki cerrah, John Abernethy ve William Lawrence arasında hayatın doğası hakkında halka açık bir tartışma yaşanıyor. Bu cerrahların her ikisinin Shelley’lerle bağlantıları var: Percy, Abernethy'nin kitaplarından birini okumuştu ve kendi çalışmasında alıntı yapmıştı ve Lawrence, Shelley'lerin doktoruydu. Bu tartışmada, yaşamı nasıl tanımlayacağınıza ve canlı bedenlerin ölü veya inorganik bedenlerden nasıl farklı olduğuna dair sorular soruldu. Abernethy, yaşamın bedenin yapısına, organize edilme veya düzenlenme şekline bağlı olmadığını, ancak bedene 'eklenmiş' maddi bir töz, bir tür hayati ilke olarak ayrı ayrı var olduğunu savunuyordu. Rakibi Lawrence, bunun saçma bir fikir olduğunu düşünüyordu ve bunun yerine hayatı basitçe vücudun tüm işlevlerinin, parçalarının toplamının işleyişi olarak tanımladı. Lawrence’ın fikirleri çok radikal görülüyordu: Genellikle hayati ilke olan ruhun da var olmadığını öne sürüyor gibiydi. Lawrence, derslerini yayınladığı kitabı geri çekmek ve hastanedeki görevinden istifa etmek zorunda kaldı, ancak ileri sürdüğü görüşleri alenen ifşa ettikten sonra eski konumuna geri getirildi. Yaşam ve ölüm konularındaki tartışmalar Mary Shelley’nin romanı için daha fazla ilham kaynağı oldu.
Mary’nin Frankenstein'ın 1831 baskısının Önsözünde aktardığı gibi: “Lord Byron ve Shelley arasında dindar ama neredeyse sessiz bir dinleyici olduğum konuşmalar çok ve uzun süredir devam ediyordu. Bunlardan biri sırasında, çeşitli felsefi doktrinler tartışıldı ve diğerlerinin yanı sıra, yaşam ilkesinin doğası ve keşfedilme olasılığının aktarılıp aktarılmadığı tartışıldı.” Dışarıdaki gök gürültüsü ve içerideki mum ışığıyla birlikte galvanizme, anatomiye ve yaşam kıvılcımına olan çağdaş ilgi, Mary’nin hayal gücünde kök saldı ve romanında kendine yer buldu.

Kitap Kaptan Robert Walton'ın kuzey kutbunda karşılaştığı Victor Frankenstein isminde bir bilim insanının kendisine anlattığı hikayeyi bize aktarır. Walton kardeşine yazdığı mektuplarda Victor'un kendisine anlattığı hikayeden bahseder. Shelley burada çerçeve anlatı tekniğini kullanmıştır. Yani öykü içinde öykü vardır. Victor, olayları anlatırken: "Ama anlatıma devam etmeden önce bir olaydan bahsetmem gerekiyor." gibi ifadeler kullanarak okuyucuya Victor'un hikayesini belirli bir izleyiciye, Walton'a anlattığını hatırlatır.
Victor Frankenstein Cenevreli genç bir bilim insanıdır. Şehir merkezinde kiraladığı bir evde mezarlıktaki cesetlerden edindiği insan parçaları ve organlarla bir insan yaratma ve ona hayat verme deneyleri yapmaktadır. Denemeleri başarıyla sonuçlanır ve çirkin bir yaratığa hayat verir. Ancak Frankenstein yarattığı yaratıktan tiksinti duyar ve ondan kaçar. Daha sonra bu yaratık türlü korkunç olaylara sebep olur.
Peki Victor Frankenstein neden bu yaratığa hayat verip sonra kaderine terk etmiştir? Ona bunu yaptıran şey nedir? Bu soruların yanıtlarına bakacağız şimdi. Doktor Frankenstein yaratıcısına minnet duyacak mükemmel bir yeni tür yaratmak ister aslında. Ayrıca bunu başarabilirse insanların da saygısını kazanacağını düşünür. Ancak yarattığı canavarı görünce yaptığının etik olmadığını anlar. Yaratığın gücü karşısında titrer ve ona bakınca kontrol edilemez olduğunu anlayıp korkar. Victor Frankenstein kendisini yüceltebilecek bir varlık yaratamadığı gerçeğinden de kaçar. Yarattığı bu canavardan o kadar tiksinir ki hastalanıp yataklara düşer. Bu sırada yaratık kasabalılar tarafından dışlanmıştır ve insanlardan kaçmaktadır. Yaşadıklarının sorumlusunun yaratıcısı olduğunu düşünür ve ondan yalnızlığını giderecek kendine benzeyen çirkin bir eş yaratmasını ister. Victor canavarın istediği eşi yaratmayı kabul edip etmeme konusunda da ahlaki içsel bir sorgudan geçer. Kendi hikayesini doktora anlattığı kısımlar romanın kırılma noktalarıdır. Burada canavarın başından geçenleri öğreniriz ve hayatın onun için ne kadar farklı ilerlediğini. Bu noktadan sonra bir kaçış hikayesi başlar.
Victor Frankenstein ile yaratık arasındaki ilişki Hegel’in köle-efendi diyalektiğine benzetilebilir. Efendi konumunu korumak adına köleye gereksinim duymaktadır Köleye olan bu bağlılığı kendisinin köleliğine yol açar. Canavarın Frankenstein’a söylediği, “Dinle köle, daha önce seninle uzlaşmaya çalıştım, ama bu lütfuma layık olmadığını kanıtladın. Unutma ki güçlüyüm; kendini perişan sayıyorsun, ama istersem seni öyle sefil ederim ki üzerine doğan günden nefret edersin. Sen yaratıcımsın, ama ben efendinim; itaat et!” şeklindeki ifadeleri bu durumu destekler niteliktedir.
Romanda bahsetmeden geçemeyeceğim bir diğer durum ise kadın karakterlerin pasifize edilişi. Mary Shelley’nin, önemli bir kadın hakları savunucusu olan Mary Wallstonecraft’ın kızı olduğundan yazımızın başında bahsetmiştik. Ancak Shelley feminist bir güdü ile yazmıyor bu kitabı. Romanda kadınlar birkaç role sahip: sevgi dolu, fedakar anne; masum, hassas çocuk; ve endişeli, kafası karışmış, terk edilmiş aşık. Roman boyunca pasif ve kırılganlar, yalnızca en uç anlarda etraflarındaki adamlardan herhangi bir iyilik talep etmek için yükseliyorlar. Victor'un annesi ve babası arasındaki ilişkiyi tanımlamak için kullandığı dil, bu kadın pasifliği imajını destekliyor: Annesine atıfta bulunarak, babasının "kendini bakımına adamış fakir kıza koruyucu bir ruh olarak geldiğini" söylüyor. Elizabeth, Justine Moritz ve Caroline Beaufort, bu pasif kadın kalıbına uyuyor.
Frankenstein'ın canavarı farklı coğrafyalarda farklı şekilde resmediliyor. Bunun sebebi Frankenstein romanının Marksist, Feminist gibi birçok farklı bakış açılarıyla ele alınıp incelenmesi. Çoğumuzun hafızasında yer edinen yaratık ise James Whale'in yönettiği 1931 yapımı Frankenstein filminin ve daha sonraki benzerlerinin etkileri. Frankenstein ile ilgili bilinen en büyük yanlış "Frankenstein" isminin yaratığın adı sanılıyor olması. Victor Frankenstein yarattığı yaratıktan öylesine tiksiniyor ki ona bir isim vermeyi reddediyor ve canavar diye hitap ediyor. Shelley ise yaratığı Adem olarak nitelendiriyor. Tabi bu isim karışıklığı da yine film uyarlamalarının kötü bir şekilde yapılışından kaynaklanıyor.



Resimde küçük adam John Bright, Mary Shelley'nin canavarı gibi, devasa büyüklükteki bu tehditkar işçinin devasa gölgesinden kaçmaya çalışırken resmedilmiş. İşçi sınıfı hareketleri ile Frankenstein arasında bağlantı kurulmak istenmiş.
Mary Shelley kitabı yazdığında henüz 18 yaşındaydı. 1 Ocak 1818'de Frankenstein'ı isimsiz bir şekilde yayınladı. Yazarın ismi Fransa'da kitabın 2. baskısında ilk kez yer aldı. Kitabın tam adı Frankenstein yada Modern Prometheus'tur. Prometheus tanrılara karşı gelerek nasıl ki ateşi onlardan çalıp insanlara hediye ettiyse, Frankenstein da yaratma yetisini tanrıdan çalmıştı. O sebeple Frankenstein Prometheus'a benzetilmekteydi.
Sanayileşmeyle birlikte insan hayatına giren makineler insanlara yapay bir gücün mümkün olabileceğini gösterdi. Toplum sanayileşti ve bunun sonucu olarak da insan sosyolojisi ve psikolojisi değişime uğradı. Gotik edebiyat da bu dönüşümlerden beslendi.
Yapay olan doğal olana egemen kılındı. Sanayi endüstrisindeki gelişmelerden sonra teknoloji de hızla gelişince insanlar yapay bir gezegende bir simülasyonun içinde yaşıyor gibi hissetmeye başladı ve ciddi bir şekilde buna inananlar çoğaldı. Teknolojinin sağladığı imkanlar korkutucu bir gerçekliğe dönüştü. Hem kopamadığımız hem de bizi yönetmesinden korktuğumuz teknoloji hayatımızın her alanına hakim oldu. İmkanlar bu denli arttıkça “nereye gidiyoruz?” sorusu daha sık sorulur oldu. Güven duygusu azalınca acaba bizi izliyorlar mı yoksa dinleniyor muyuz şeklinde sorular sorar olduk. İnsanları bir gücün etkisinde kalıp kontrol edilme korkusu sardı. Oysaki bu 18. yüzyılda Victor Frankenstein’ın ne çok istediği bir şeydi. Canavarı kontrol edebilseydi eğer ona canavar bile demezdi. Belki bir adı olurdu.
Günümüzde insanlar, aynı Frankenstein’ın canavarı gibi bir yaratığa dönüşmekten korkuyorlar. Ama seçimlerimizle, fikirlerimizle bir şeylerin etkisinde, kontrolünde değil miyiz? Seçimlerimizde ne kadar özgürüz? İzlediğimiz filmler ve reklamlardan dinlediğimiz müziklere, giyimimizden maddi ve manevi yaşantımıza kadar aslında bir kontrol mekanizmasının içerisindeyiz. Bize sunulanı alıyoruz ve kabulleniyoruz. Geleceğin neyi getireceğini ise yaşayıp göreceğiz.



Yorumlar